Sürekli bir şey var etmemizin, ne yaparsak yapalım faydalı olmamızın hayatın en önemli ön koşulu haline getirildiği bir zamanda yaşıyoruz. Ürettikçe var olan, var oldukça da üreten ve de üretmedikçe de var sayılmayan bireyler haline geldik. Niteliği ve içeriğinden bağımsız olarak her gün “ötekilerin” bizler için belirlediği zorunluluklar, belli bir zaman sonra alışkanlıklarımız haline geldi ve belki de bir savunma biçimi olarak kendimizden uzaklaştırdığımız bir parçamızla belli belirsiz savaşmaya çalışıyoruz bunlarla. Önceden belirlenmiş ve çoğu zaman da ben’e yabancı olan planlar ve çizelgeler doğrultusunda süregelen bir yoğunluk, bunların tetiklediği kaygı bulutu, akabinde ise hayatın anlamını kaybetmenin verdiği tuhaf boşluk, yavaş yavaş ben’in bütününü kaplamaya ve giderek daha çok ağırlaşmaya başlıyor. Bu girdabın içinde savrulurken bazen aylar hatta yıllar geçiyor, fakat bir an geliyor ki insan geriye bakıyor ve o zaman kayıplarla temas etmeye başlıyor. İşte tam da burada, ben’in kendini ne kadar gerçekleştirebildiği, ne kadar otantik bir deneyime sahip olduğu asıl olan oluyor .Bu sebeple bazen her şeyi bir kenara koyup tembellik yapmak ya da hesaplamadan, tartmadan, sonucunu düşünmeden sadece kendimiz için bir adım atmak en kıymetli olan olabiliyor. Çünkü, işlevsel olmayan ama günün sonunda ben’in ihtiyacını karşılayan bir nesneye sahip olmanın verdiği hazzın, ben’e yabancı herhangi bir nesnenin sağladığı yapay tatminle uzaktan yakından alakası olmadığı çok aşikar.
Bu sebeple hayatın önümüze koyduğu hazır menüleri bir kenara bırakıp, öncelikle üzerine düşünmemiz gereken daha temel bir soru var.
Biz gerçekten ne istiyoruz?